HİPERMARKET VE HİPERMAL
Okurun bir nevi barkod tabancasına indirgendiği “örfi” şiir yordamı ve estetiği fikri ile Baudrillard’nın bu yazısı eş güdümlü okunabilir. Örfi Şiir Tarihi bir nevi hipermarket estetiği ile tüm okuma ve bakış alanını istimlak etmeye çalışır, her zaman. Bunun panzehiri deneydir.. ‘Simülakrlar ve Simülasyon’ kitabından..
Otuz kilometrelik bir alan içinde karşınıza çıkan ok işaretleri sizi, şu büyük seçip alma merkezleri olan hipermarketler, yani birçok bakımdan yeni bir toplumsallık biçiminin gelişmekte olduğu şu hiperalanlara doğru yönlendirmektedir. Bir hipermarketin nasıl bütün bir yerleşim bölgesi nüfusunun merkezi hâline geldiğine, çalışma ve alışveriş saatleriyle yol güzergâhları ve çeşitli günlük alışkanlıkları nasıl yönlendirdiğine bir bakalım. Bu hipermarketler, iş merkezleri tarafından belli saatlerde püskürtülen banliyö yolcularının tren, metro, otobüs aktarma istasyonlarında neden oldukları devasa gelgit olayına benzer bir hareket yaratmaktadırlar. Burada karşımıza kesinlikle bir başka tür çalışma, toplumsal bir kültür yaratma, karşılaştırma ve inceleme yapmayla toplumsal bir yasa ve yargılamaya dayalı biçim çıkmaktadır. Çünkü insanlar buraya kendi kendilerine sorabilecekleri her türlü sorunun nesneleşmiş-yanıtlarını bulmaya ve aralarından bir seçim yapmaya gelmektedirler. Daha doğrusu nesnelerce oluşturulan işlevsel ve yönlendirilmiş bir sorunun karşılığı olmaya gelmektedirler. Nesneler burada bir mal olma özelliklerini yitirerek, taşıdıkları anlam ve mesajın çözülüp, onaylanması gereken türden göstergelerle çoktan seçmeli bir teste benzemektedirler. Bize sorular sorup, yanıt vermeye zorlamaktadırlar. Üstelik yanıtlar sorunun içindedir. Medya mesajları da benzer bir şekilde iş görmekte ve bunlar da insanı ne bilgilendirmekte ne de insanla iletişim kurmaktadır. Medyanın mesajları bir referandum, sonu gelmeyen testler, kısırdöngüleşmiş yanıtlar, özetle kodun geçerliğinin sınanmasından başka bir şey değildir. Bakışlarımızı etkileyebilecek bir rölyef, bir perspektif, bir ufuk noktasından yoksun olan hipermarket; düzenlenme biçimi nedeniyle art arda gelen ve eşdeğerli göstergelere benzeyen reklam panoları ve ürünlerden oluşan total bir ekrana benzemektedir. Bu hipermarketlerde yalnızca ön sahne düzenlemesiyle uğraşan, yani boşalan rafları düzenleme işinden sorumlu insanlar vardır. Bunlar tüketicilerin açtığı delikleri tıkamakla görevlidirler. Bu derinlikten yoksunluğa bir de “self-service” olayını ekleyin, yani her yeri birbirine benzeyen, alıcıyla satıcının karşı karşıya gelmeyip, insanlarla şeylerin bir araya getirildiği dolaysız bir güdümlenme mekânını. Peki kim kimi güdümlüyor?
Bu simülasyon evreninde baskı bile ancak bir göstergeye dönüştüğü ölçüde onunla bütünleşebilmektedir. Bu ikna etme evreninde caydırıcı bir güce dönüşen baskı, diğerlerinden farksız bir göstergedir. Hırsızlığı önlemek amacıyla konulan televizyon kameraları bu simülakrlardan oluşan dekorun bir parçası gibidir. Çünkü kusursuz bir güvenlik sistemi mağazanın maliyetinden daha büyük bir yatırım yapmayı gerektirecektir. Böyle bir güvenlik sistemi mağaza açısından verimli bir yatırım olmayacaktır. Öyleyse var olan güvenlik düzeni baskıyı anıştıran, yani baskı simülasyonuna benzeyen bir şeydir. Bu göstergeleşmiş baskının diğer göstergelerle bir arada bulunmasında hiçbir sakınca yoktur. Hattâ bu göstergenin tam tersi bir anlama sahip ve sizi rahatlatarak sakin sakin alışveriş yapmaya davet eden devasa panolar bile. Aslında bu panolar da sizi o “polis görevi yapan” kameralar kadar iyi ya da kötü bir şekilde gözetlemekte ve izlemektedirler. Televizyon kamerası size bakarken, siz de kalabalığın arasında kendi kendinizi izliyorsunuz. Tüketim adlı etkinliğin bir parçası olmamızı sağlayan sırsız bir ayna gibi. Bu dünyayı kendi içine kapatan bir ikiye bölme ve ikizini üretme oyunu.
Hipermarketler kendilerini besleyen ve bir buluşma merkezi hâline getiren otoyollardan, otomobillerle örtülü bir alana benzeyen parkinglerden, bilgisayar terminalinden, (daha geri planda benzer halkalardan oluşan) bütün etkinlikleri yansıtan işlevsel bir ekrana benzeyen kentten ayrı bir şekilde ele alınamaz. Hipermarket büyük bir montaj fabrikası gibidir. Aradaki tek fark mantıken art arda gelen safhalardan oluşmak zorunda olan çalışma düzeni yerine, buradaki görevlilerin (ya da hastaların) ortalıkta alık alık dolanarak çalışma zincirinin bir bölümünden diğerine gelişigüzel bir şekilde gidip gelmeleridir. Yine çalışma düzeninden farklı olarak insanlar buraya istedikleri zaman gelmekte, seçmekte ve satın almaktadırlar. Ancak burada da yine de yasakların bir hoşgörü, kolaylık sağlama ve hipergerçeklik cilâsı ardına gizlendiği programlanmış bir disiplin düzeni ve montaj bandıyla karşılaşılmaktadır. Kapitalin geleneksel kurumları ve fabrikanın ötesinde bir yerlerde bulunan hipermarket, gelecekte karşımıza çıkacak her türlü toplumsal denetim biçimi, yani toplumsal yaşam ve birlikteliğin dağınık işlevlerini (iş, boş zamanları değerlendirme, beslenme, sağlık, ulaşım, medya, kültür) tek bir homojen çatı (zaman/mekân) altında buluşturma modelidir. Tüm karşıt akımların kapalı devre terimiyle yeniden yorumlanmasından başka bir şey değildir. Toplumsal yaşamla bir yerleşim ve trafik düzenine ait işlemsel bir simülasyonun gerçekleştirildiği zaman-mekân.
Geleceği önceden haber veren bir model olarak hipermarket (özellikle de ABD’de) yerleşim bölgelerinin dağılımını belirlemektedir. Oysa geleneksel çarşılar kentin tam merkezine yerleştirilerek kentliyle köylünün buluşmasını sağlardı. Hipermarket kırsal kesimle kentin ortadan kalkarak yerini köyle-kent arası bir yere (agglomeration) bırakan yeni bir yaşam biçiminin dışavurumudur [tüketime eşdeğer, onun mikromodeli, tamamıyla işaretlerden oluşan işlevsel bir kent dışı– banliyö tipi alışveriş yeri (zoning)]. Dahası hipermarket “tüketim” merkezi olmanın ötesinde bir anlama sahiptir. Burada sergilenen nesneler özgün bir gerçeklikten yoksundur, bir başka deyişle önemli olan onların geleceğe özgü toplumsal ilişki modelini andıran seriler, daireler ve seyirlik şeyler şeklinde düzenlenmiş olmalarıdır.
Bir “biçim” olarak hipermarket modernliğin nasıl sona ereceğini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Büyük kentler yaklaşık yüzyıllık (1850-1950) bir süre içinde “modern” (çoğu şu ya da bu şekilde bu başlığı taşıyordu) büyük mağazaların doğuşuna tanık olmuşlardır. Ancak ulaşımla birlikte ortaya çıkan bu asal modernleşme süreci kentsel yapıyı allak bullak etmemiş ve kentler, kent olarak kalmışlardır. Oysa yeni kentler, hipermarket ya da shopping center’ların uydularına dönüşmüşlerdir. Bu uydulara programlanmış bir taşıma düzeniyle ulaşılmaktadır. Bunlar kentten çok bir banliyöye benzemektedirler. Ortaya sibernetik özelliğe sahip yeni bir yapılaşma biçimi çıkmıştır (bir başka deyişle yaşama ve yerleşim alanıyla ulaşım alanı açısından genetik kodunkine benzeyen moleküler komut senaryolarının aynısı). Bu yapılaşma nükleer ve uydu özellikleri taşıyan bir biçime sahiptir. Hipermarket bir çekirdek gibidir. Modern bir kent bile onu emememektedir.
Çevresinde oluşturduğu yörüngeye banliyöler oturtmakta, kimi zaman da üniversite hatta fabrika gibi yeni yerleşim alanları için, bir gref vazifesi görmektedir. Bu XIX. yüzyıla ait ya da merkezî bir yapısı olmayan ve kent yörüngesini bozmadan banliyöye yerleşen fabrikaya değil, elektronik kumanda düzenine sahip otomatik montaj fabrikasına bir başka deyişle mekânsal zorunluluktan tamamen arındırılmış bir çalışma düzeni ve bir işleve sahip fabrika tanımına uyan fabrikaya benzemektedir. Bu fabrikada da hiper market ya da yeni üniversitede olduğu gibi özerkleşen (ticaret, iş, bilgi, boş zamanları değerlendirme) ve yer değiştiren (ki bu olay, kentin “modern” yayılma biçimini belirlemektedir) işlevlerden çok işlevlerin birbirleriyle olan bağlantılarını kopartan bir model, belirsiz işlevlerle karşılaşılmaktadır. Kent dışına taşınmış hipergerçek bir model, bir kentle hiçbir ilişkisi kalmamış sentetik bir yerleşim bölgesi çekirdeğine benzeyen bu fabrika, kentin, kendi kendisiyle olan tüm bağlantılarını kopartmıştır. Özgün bir toplumsal senteze benzeyen, belli bir alana ve niteliğe sahip kent, hattâ modern kentin bile ölümü anlamına gelen bu fabrikalar kente özgü negatif uydulardır.
Bu yerleşme biçimiyle, çeşitli işlevlerin rasyonelleştirilmesi arasında bir ilişki olduğu düşünülebilir. Oysa belli bir işlev konusunda hiperuzmanlaşılarak “anahtar teslimi” düzeyine gelinmişse, bu fabrikanın özgün amacını yitirerek bambaşka bir şeye yani çok işlevli bir çekirdek, çoğul bir input-output düzenine sahip “kara kutulardan” oluşan bir bütün, yapısal bir bozulma ve deformasyon merkezine dönüşmüş olduğunu gösterir. Bu fabrikalarla bu üniversiteler artık birer fabrika ya da üniversite değildirler. Zaten hipermarketlerin de bir pazar yeriyle artık uzak-yakın hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Bu yeni ve tuhaf mekânların en kusursuz örneği, kuşkusuz yaşam alanını nötralize edebilen bir caydırma gücüne sahip olan nükleer santraldir. Bu mekânların görünür işlevlerinin gerisinde gizlenen asıl işlevleri caydırmadır. İşlevlerini yitiren işlevsel çekirdekler hipergerçekleşmektedir. Artık birer simülasyon kutbuna dönüşmüş bulunan bu yeni nesnelerin çevresinde eski garlar, fabrikalar ya da geleneksel ulaşım sistemleri yani “modernliğe özgü” şeylerden çok bir hipergerçeklik, geçmiş ve gelecekten yoksunlaştırılmış işlevsel aynı andalık, her şeyi etkileyebilme arzusu vardır. Doğal olarak aynı zamanda yeni bunalım ya da felâket biçimleri de vardır. Örneğin Mayıs 1968 Sorbonne’da değil Nanterre’de başlamıştır, bir başka deyişle Fransa’da ilk kez bir bilim yuvasının kendi “duvarları dışına” çıkartılarak hiperişlevsel hâle getirilmesinin, yani programlanmış neo-fonksiyonel bir düzen içinde bilgiye işlevini ve amacını yitirtmenin, mekânsal ve anlamsal zarar vermeyle eşanlamlı bir şey olduğu görülmüştür. Bu noktada sahip olduğu gönderenler sistemini yitirerek yörüngeye oturtulmuş bir uydu modeline (bilim, kültür) karşı
ortaya yeni ve özgün bir şiddetin çıktığı görülmüştür.